Oyuncular: Marlon Brando, Maria Schneider, Maria Michi, Giovanna Galletti, Gitt Magrini
Birbirini tanımayan bir kadın ve bir erkek; Paris’in kalbinde, Passy semtinde boş ve viran bir apartman dairesi, kişisel gönderimler olmaksızın, isimsiz, geçmişi ve geleceği olan duygusal bir tarihin getirdiği sınırlamalar olmadan aşk dolu üç gün. Paris’te Son Tango’nun iki kahramanı, olabilecek her türlü heyecanı, ağlamayı, saygısızlığı, hayal kırıklığı, ihaneti beyaz perdede tüketiyor. 1972’de Bernardo Bertolucci’nin anlattığı tarihi bir hikaye kendini tam bir “usta” işi olarak tanımlıyor. Film büyük bir başarı kazandı, sansürlendi, acımasızca eleştirildi ve nihayet 1987’de belirsizlik cezasıyla tekrar ele alınarak aynı yıl yeniden düzenlendi.
İçerik olarak stilize edilmiş, görkemli biçimde, Paris’te Son Tango, yazarın (o zamanlarda 31 yaşındaydı), kendi neslinin çelişkili kurtuluş ve mutlakiyet duygusuyla ve şimdiden ölüm duygusuyla çelişen modernize bir filmidir. Jules Verne sokağındaki apartman dairesinde, Paul ve Jeanne’nin kendine özgü biçimde ortaya koydukları aşk belirsiz bir şekilde tarihsizdir: yabancılar, meraklarını ve çaresizlikleriyle yönlendirilen kendi isimlerini bile bilmeden, her şeye cüret ederler ve vücutlarının keşfedilmesinden neşeyi suçlamaya, acının yüceltilmesinden (karşılıklı sodomazi) tutku ve bilginin tüm aşamalarına katılırlar.
Dairenin dışında, günlük yaşam bize kahramanların kaçmaya çalıştıkları şeyleri ortaya koyuyor: burjuva bir ailden gelen Jeanne, baba yokluğu hisseden yönetmen erkek arkadaşı; Paul ise eşi kısa süre önce intihar etmiş, ucuz bir otel odasında hayatını sürdüren bir emekli.
Nasıl olmak isterdik (vicdansız kız lanetli erkek) ve gerçekte nasılız (burjuva hayatından vazgeçmek istemeyen bir kız ve ihanete uğramış, terkedilmiş zavallı yaşlı bir adam): Paris’te Son Tango bizlere rüyaya bağlı kalmanın imkansızlığını ve sinemanın çarpık yaşam kırışıklıklarını açığa çıkarma fakat her şeye rağmen efsane yaratmaya devam etme yeteneğini anlatıyor.